KİTAPTAN-çok gezmişti şu ahir ömründe, gündüz müzelerini, gece genelevlerini dolaşmıştı avrupa'nın. ne sanat yapıtları ne kadınlar görmüştü. evet öyle kadınlar görmüştü ki herbiri değişik bir manzaraydılar. kiminin karanlıktı bakışları, az sonra bir cinayet işlenecek ya da en azından bir fırtına kopacak sanırdın. kimiyle, yatakta iç içeyken, bulutlar dağılırdı gökyüzünde. bulutlar dağılırdı, ama kenetlenmiş çıplak gövdeler kopmazdı birbirinden. kimi saçlarını savurduğunda, kapkara bir orman uğuldamaya başlardı. deniz gibi sakindiler. dalgalı, coşkun, öfkeliydiler. sığ ve derindiler....
-sonra bir başka giz, yeni bulgular, bir kadını soyarken okşar gibi tabloların içinde dolaşmalar....-kalkıp heykelin yanına dek gitti. redingotun etekleri altında üst üste yığılmış kitaplar vardı. bir yazar heykeli de olsa, mermer kitapların böyle ayak altına yığılmaları tuhafına gitti. heykeltraş, venedikli yazarın eline tutuşturduğu kitapla yetinmeyip paçalarına da gelişigüzel kitaplar yerleştirmekten kendini alamamıştı. tommaseo kitap sıçıyordu sanki....
-oysa fikret mualla, kamil uzman'ın eski dergi koleksiyonlarından bulup çıkardığı bir yazısında, "ben hürriyetimi çok severim," diyordu. "bunu naçiz sükutumda bulurum. resim yaparken, ibadet eder gibi, sükutu, beynimin tepesinde, saçlarımın tepesinde hissedemezsem, o zaman bilirim ki yanlış bir işle meşgulum ya da işgal edilmişimdir. bu sırada bana, benim nazarımdaki sanata neler söylemezler; işte zavallı yine resim yapıyor. para kazanacağı yerde boyalarla, fırçalarla uğraşıyor, sonra ekmek parası bulamıyor!, doğru bu bezirganların hakları var. resim yapmak, resim yaptırmak zengin cemiyetlerin lüksüdür ve ben leblebiciler arasında bir ucubeyim. ben bu kitle içinde onlarca deliyim."...-on beş yaşında yitirdiğİ annesi nuber hanım'ın ölümünden bu yana, belki gerçek anlamda bir sevgilisi olmadığından, berlin'de öğrencilik yıllarında aşık olduğu kız, ayağındaki sakatlığı yüzüne vurduğundan ya da kim bilir dört yaşına dek kız çocuğu gibi saçı uzatılıp etek giydirildiğinden, evet şu kahrolası yaşamının hiçbir döneminde sürekli bir aşk ilişkisine bir türlü zaman ayıramadığından hep kadınları özlemişti fikret mualla...
FİKRET MUALLA
-ve kurtlarla böcekler... düşünmesi bile korkunç, ama elinde değil, aklına geliyor işte. burada, venedik'te suyun saraylara yaptığını istanbul'da toprak üstlenecek, obur bir fare gibi kemirecek tabutu, sonra sıra kefene gelecek. sonra da... kapalı gözlerinden mi başlayacaklar yemeye, yoksa nice kadın öpmüş ağzından mı?...-bebek parkı'nda fuzuli'ninde bir heykeli var. çınarların altında, boğaza karşı elindeki kitaba bakar durur yıllardır. o kitap şairin divani mıdır kuran mı yoksa? bir tek kitap işte, fuzuli ona bakar durur. yapayalnızdır parkta, arada bir önüne kurulan atlıkarıncada çocuklar çığlık çığlığa oynasalar da bankların üzerinde sevgililer öpüşselerde kimse evet, bad-ı saba'dan gayrı kimse kapısını açmaz bağdatlı şairin. başına birkaç yaprak düşer bazen, bazen de martı kuşları gelip konar...
-eve girer girmez, giysilerini çıkarmadan yatağa uzandı. radyodaki müziğn akışına bıraktı kendini. kanaldan geçen bir motor taksinin gürültüsü, chopin'i bastırıncaya dek dinledi. sonra kapattı radyoyu, yan dönerek sabahki gibi tortop oldu. paltosu olaydı ona sarılıp uyurdu belki. kalktı, soyundu. yatağa yeniden girdiğinde bir yatılı okul öğrencisiydi sanki, öyle mahzun, dünyaya küsmüş. yoganı başına çekip sabaha dek ağladı..-gentile o zaman gençti daha, yirmi beşinde bile yoktu. barışa inanıyordu, savaş resimleri yapsa da...
-ucello, cengin en kızıştığı anda bile sürülmüüş tarlaların içinde koşturan tazıları, hoplayıp zıplayan tavşanlarla ceylanları da, işte yaşam sürüp gidiyor, siz birbirinizi boğazlarken dercesine tablonun bir köşesine yerleştiriverir...