12 Haziran 2010 Cumartesi

The White Stripes For Sunday...


White Stripes - Seven Nation Army (LIVE in Brazil) from George Frusciante on Vimeo.

Dont Love Color But Still Ok...VERSACE

Blogger World...Pucca Günlük...

http://passiflora-rapunzel.blogspot.com/

- Nasıl başladı blog maceranız?
- Ben uzun zamandır günlük tutuyorum. Hep acı dolu yazardım. Karne günü, notlarımın hepsi pekiyi ama ben buradan bile acı çıkarttım. 'Herkesin imzası normal benimki değil, ölmek istiyorum,' diye. Sonra bunları okuduğum zaman daha çok acı çektiğimi anladım. Hayatımdaki kötü anıları en komik halleriyle yazıp, ileride okuduğumda bunlarla eğlenmek istedim. Böyle de başladım. Ankara'daki sevgilimden ayrılıp İzmir'e dönmüştüm. Ağır bir depresyondaydım. Yazdıklarımı bir süre kimse okumadı. Sonra ne olduysa okunmaya başlandım. Birileri keşfetti diye düşünüyorum. Hatta insanlar yorumlar yazmaya başladı ama ben blog'lara nasıl yorum yapılır onu bile bilmiyordum. Depresyon dönemimde hep evin içindeydim. Sokağa çıkmıyordum, hayatım bir anda blog olmaya başladı. Yazmak beni çok rahatlattı. Çok faydasını gördüm. Ağır depresyondaydım. Yazdıktan sonra çok rahat geçti. Sürekli yazıyorsun ve hayatın 'bunu da yazmalıyım, şunu da' şeklinde devam ediyor.

- Kitap teklifi ne zaman geldi, ne hissettiniz?
- Kitap için daha önce de teklif almıştım. Ama kimse okumaz, elin kızının hayatını kim ne yapsın diye düşünüyordum. 'Böyle bir riske girip de kendimi rezil etmeye değmez,' diyordum. Ama dört ay kadar önce Cem Mumcu beni farklı bir oluşum, yeni bir dil olduğumuza inandırdı. Belki ben yalnız başıma görüşmüş olsaydım kabul etmezdim ama yine bir blog yazarı olan 'Herbokubilenadam' ile gidince ve o daha da istekli olunca ben de kitabı kabul ettim. Olmazsa, olmaz ne yapalım dedim. Fakat şimdiki aklım olsa, Dizüstü Edebiyatı'nın ilk kitabı benimki olsun istemezdim. 'Sen yap,' derdim. Kitabı gördüğümde ise çok garip hissettim. Ağlamamak için zor tuttum kendimi. Afişleri gördüğümde de aynısı oldu. Bundan iki sene hatta altı ay önce birileri bana, senin afişlerin asılacak, demiş olsaydı, 'Ulan pavyona mı düşecem?' derdim. İlk aklıma o gelirdi.

- Sevgilinizle ilişkinizi etkiliyor mu yazdıklarınız?
- İlişkimizi etkilemez olur mu? Kitap çıktıktan sonra daha çok etkiledi hatta. Kitaptan önce blog'u çok gereksiz buluyordu. 'Uff çok salaksın,' 'Neden insan onu yazar ki oraya? Bunu yazma,' dediği oluyordu. Kitapta ise onla olan büyük aşkımızı yazacağım zannetmiş. Tabii, ilk sayfayı açtı, onun canını en fazla acıtan adamdan bahsettiğimi anladı. Diğerlerini hiç okumadı. Kapattı kitabın kapağını, 'Ben aylarca sana burada destek verdim, sen eskilerini yazmışsın. Bana bu kadar mı değer veriyorsun?' dedi. Son zamanlarda kötüyüz. Hatta yüzüğü çıkardık! Şimdi kesin blog'a yeni yazı yazmamı bekliyordur. Çünkü ne zaman kavga etsek, yazdıklarımı okuyup ona göre hareket ediyor.
- Yazdıklarından kıskanç olduğunuz sonucunu çıkarıyorum. Doğru mu bu?
- Uzun bacakları olan her kadından nefret ediyorum. Hiçbir kadının hem uzun bacakları hem de güzel bir yüzü olmamalı. Yolda gördüğüm zaman tokatlamak istiyorum onları. Yanımdaki kızlar da hep çirkin kızlardır. Arkadaşlık edeceksem, çocukluğumdan beri, çirkin olsun isterim. İzmir'den bir akrabam geldi, beraber gezdik ettik. Kız sülün gibi. Kafasına göktaşı düşsün istedim. Ben de hop diye çekilip, hiçbir şey olmamış gibi davranabilirdim.
- İnternette bir de Güzin Abla durumunuz var. İnsanlar dertlerini size anlatıyor. Memnun musunuz bu durumdan yoksa rahatsız mı?
- Defalarca söyledim, ben insanların dertlerini dinlemeyi sevmiyorum. Ama hâlâ Güzin Abla olduğumu sananlar var. Aslında insanlar bana sorunlarını anlattıklarında benim tek düşündüğüm kendim oluyor. Saçımı nasıl yapsam, nasıl boyasam bunları düşünüyorum. Karşımda ağlıyor olsa bile ağlamasını da dinlemiyorum. Umurumda değil! Üstelik cinsellikle ilgili de soru soruyorlar. Yavrum, 16-17 yaşında belki de. Başkasına sorup yanlış yapacaklarına, benim gibi salağa sorup hayatlarının en büyük hatalarını yapsınlar diyorum, cevaplıyorum.

sabah.com dan alinti yapilmistir.

Marc by Marc Jacobs Resort 2011





Louis Vuitton Resort 2011



Carolina Herrera Resort 2011



Belt

Geometric Jude

10 Haziran 2010 Perşembe

Harvey Nichols

Harvey Nichols açılışında neler oldu?


Pazartesi, Ankara Harvey Nichols’ın açılışı için İstanbul Sabiha Gökçen’den Esenboğa’ya hareket eden davetli sosyetiklerin çoğunun elinde Hermes’leri yoktu, şaşırdım.

Chanel ağırlıktaydı. Sadece dört Hermes sayabildim. Topukları dikkate değerdi. Siz deyin bir karış, ben diyeyim iki karış... Giderken iyiydi de, dönerken topuklar geri geri çekiyordu.

Üç otobüs, davetlileri Ankara Kentpark Alışveriş Merkezi’ne götürdü. İlk ikram edilen içki viski oldu. İçerideki Black Label standını görünce ampul yandı, barmenden gecenin içki sponsorunun Johnny Walker ve Smirnoff olduğu öğrenildi.

Kimlerin İstanbullu kimlerin Ankaralı olduğu tek bakışta anlaşılıyordu. Nasılını sormayın, anlaşılıyordu işte.

Yanlarına çocuklarını veya aile büyüklerini alıp gelenler de vardı.

Mağazanın etrafına kırmızı kordon çekilmiş ve AVM’ye alışverişe gelmiş niceleri kordonun arkasındaki açılışı seyre dalmıştı. Türkler inşaat izlemeyi severdi, biliyordum ama açılış izlemek de neyin nesiydi?

Türbanlı sayısı azdı. Çoğu da Türk değildi.

Açılışın sonunda mağazadan çıkan davetlilere melek motifli kitap ayracı hediye edildi. Kimilerinin hediye torbalarından üç-beş tane kaptığı görüldü. Kitap okumayı bu kadar sevmeleri sevindirdi.

İstanbullular alışverişe geç başlayıp geç bitirdi. Siftah olsun diye alışveriş yaptıkları öğrenildi.

1 saat 10 dakikalık Ankara-ıstanbul uçuşuyla rekor kırıldı. Uçuşun neden bu kadar uzun sürdüğünü hostese sorduğumuzda “Servis rahat yapılsın diye biraz havada dolandık” yanıtını aldık.

Tüzmen ve Sertab caz için sözleşti

Defile sonrasında mağazanın içinde piyano eşliğinde konser veren Sertab Erener tebrikleri kabul ederken Kürşad Tüzmen ona şöyle dedi: “Demet’lerin (Sabancı) çok güzel bir yeri var. Orada bir araya gelip bir caz gecesi yapalım.”
Sertab’dan “Tabii yaparız, çok güzel olur” cevabını aldı.

En popüler soru: “İndirim ne zaman?”

Mağazada en büyük kalabalık ayakkabı reyonunun önündeydi. Parfüme de ilgi fena değildi. Erkekler Pal Zileri denerken kadınların ilgisi Chloe’yeydi. Jean reyonunda kirli sakallı Ankaralı gençler ağırlıktaydı. Takım elbiselilerin çoğu mağazanın girişinde toplanmıştı.
Ankaralı müşteriler satış görevlilerine en çok “ındirim ne zaman?”, “Neden indirime bu kadar yaklaşmışken açtınız mağazayı?” sorularını sordu.
Satış görevlilerinin çoğu transfer edildiğinden müşteriyi tanıyor, onlara isimleriyle hitap ediyordu.
Harvey Nichols’ın başkentte iş yapmasının yüksekle muhtemel olduğu söyleniyor çünkü pek gidecek yer olmadığından Ankaralı kadınlar gündüzleri genelde AVM geziyor, arkadaşlarıyla mağazalardaki ürünlerle ilgili fikir teatisinde bulunuyorlarmış.

Politikacıya özel giriş

Bu mağazada “personal shopping”, yani “kişiye özel alışveriş” ön planda.
Bu şehirdeki bürokratlar, politikacılar mağazaya girerken, çıkarken, alışveriş yaparken görülmek istemediği için otoparktan mağazanın içine doğrudan bir çıkış yapılmış. Ev ve ofis servislerine de ağırlık verilecek, satış danışmanları ve müdürler seçtikleri ürünleri önemli müşterilerin evlerine götüreceklermiş. Özel dikimin başarılı olacağına inanıyorlar, zaman zaman İtalya’dan terzi getirteceklerini söylüyorlar.

melis alphan'dan alinti yapilmistir...

Jude

Sex Sells

6 Haziran 2010 Pazar

Lee




McQueen'in varisi belli oldu


Şubat ayında intihar eden Alexander McQueen gündemden düşmüyor. Moda dünyası, markayı devralan sağ kolu Sarah Burton ile tasarımcının son günlerini anlatan röportajları konuşuyor

Hayranlıkla koleksiyonlarını, merakla da Twitter notlarını takip ettiğim bir tasarımcıydı, Alexander McQueen. Özel hayatını paylaşmaya meraklı moda güruhundan farklı olarak, işlerinden bahsederdi. 3 Şubat günü ise bambaşka bir şey oldu. McQueen ilk kez özelini açıyor ve derin acısını binlerce takipçisiyle paylaşıyordu: "Annem dün hayatını kaybetti. Huzur içinde yat. Ama hayat devam etmeli!" Modayla ilgilenen bir arkadaşıma "McQueen'in annesi ölmüş," dediğimi hatırlıyorum. "Yine aklında gereksiz bir bilgi tutuyorsun," minvalindeki yanıtını da... O 'gereksiz bilgi'nin bir hafta sonra moda dünyasını son yıllardaki en büyük yasına neden olacağını henüz bilmiyorduk tabii. McQueen'in acı dolu tweet'leri bir hafta daha devam etti. Ve 12 Şubat günü, modanın son yıllardaki bu en yetenekli ismi ardında "Lütfen köpeklerime iyi bakın," diye bir not bırakarak hayatına son verdi. Birkaç hafta sonra düzenlenen Londra Moda Haftası'na gittiğimde, şehrin modayla ilgili her noktasının matemde olduğunu gördüm. McQueen'in tüm butiklerinin vitrinleri karartılmış, tasarımcının defilelerinden oluşan videoların gösterildiği ekranlar yerleştirilmişti. McQueen'in evinin bulunduğu Mayfair'deki mağazasına girdiğinizde, kendinizi taziyeye gitmiş gibi hissediyordunuz. Çalışanlara "Başınız sağolsun," demek son derece doğal geliyor, butiğin köşesine yerleştirilmiş mumların yanında duran anı defterine siz de yazmak istiyordunuz. Moda haftası defilelerinin düzenlendiği Somerset House'da kurulan anı duvarı, bu duygularımızda yalnız olmadığımızın kanıtıydı. Moda haftasının bitimine doğru duvarda 'modanın Kurt Cobain'i'ne not yapıştıracak yer kalmamıştı.. Aradan neredeyse dört ay geçti.. Ama ne basın ne de moda çevreleri, Alexander McQueen'in ölümünün şokunu atlatabilmiş değil. Modanın son yıllarda yetiştirdiği en büyük yeteneklerden 'Lee' McQueen' gündemden düşmek bilmiyor. Bir yandan intiharındaki sır perdesi aralanıyor, diğer yandan da tasarımcının ardında bıraktığı moda imparatorluğunun akıbeti yavaş yavaş belli oluyor.

16 YILLIK SAĞ KOLU, YAKIN ARKADAŞI
McQueen öldüğünde, markanın ne olacağı belli değildi. Önce yüzde 80'ini tamamladığı 2010 kış koleksiyonunun küçük bir sunumla görücüye çıkmasına karar verildi. Ardından da markanın bir şekilde yaşatılmasına... Bu kararla beraber 'McQueen'in yerini kim alacak?' dedikoduları alevlendi. Bir yandan son yılların avantgard tasarımcılarından Gareth Pugh'ün adı zikrediliyor, McQueen'in çevresi ise, 16 yıldır sağ kolu olan Sarah Burton lehine kulis çalışmaları yapıyordu. McQueen'in fikirlerini ve şov parçalarını satılabilir tasarımlara dönüştüren Burton, tasarımcının en yakın arkadaşlarındandı aynı zamanda. Temizlikçisi, McQueen'in cansız bedenini bulduğunda telefon ettiği ilk insanlardandı. McQueen'in büyük bir hissesine sahip olan Gucci grubu geçtiğimiz hafta, markanın başına Sarah Burton'ın geçtiğini açıklayarak dedikoduları sonlandırdı öncelikle. Meğer McQueen'in bitiremeden öldüğü 'Melekler ve Şeytanlar' adlı son koleksiyonunu da Burton tamamlamış. "Modern ve güzel yapılmış elbiseler, Lee'nin vizyonunun merkeziydi. Onun vasiyetine bağlı kalacağım," diyerek işbaşı yapan Burton, moda yazarlarını da sevindirdi... Ancak McQueen'in bir röportajında söylediği şu sözler, vasiyetinin aslında çok daha farklı olduğuna işaret ediyor: "Eğer başıma bir şey gelirse, markamı kapatın. Her şeyi yakın. Çünkü benim için en önemli şey, defileler. Defilelerim tamamen beni anlatıyor ve çok kişiseller. McQueen markasını benim yapmadığım defilelerle nasıl ayakta tutabilirsiniz ki? Ruhsuz şovlarla mı?" Markanın akıbeti belli olmasına rağmen, McQueen'in intiharı da hâlâ gündemden düşmüyor. McQueen'i keşfeden İngiliz eksantiriği, Isabella Blow'un hayatını konu alacak filmin yan sıra Alexander McQueen: Genius of a Generation (Bir Jenerasyonun Dâhisi) adlı kitap ve basında çıkan makaleler de McQueen'in adının sürekli zikredilmesine neden oluyor.

LÜTFEN KÖPEKLERİME İYİ BAKIN
Geçtiğimiz hafta Sunday Times gazetesinde yayımlanan ve tasarımcının, aralarında ünlü şapka tasarımcısı Philip Treacy'nin de bulunduğu arkadaşlarıyla yapılan görüşmeler üzerine kaleme alınan yazı, McQueen'in intiharıyla ilgili bugüne kadar bilinmeyen birçok şeyi gözler önüne seriyordu. İşte o yazının en çarpıcı noktaları:
McQueen, Isabella Blow'un ölümüyle ilgili konuşmadı hiçbir zaman. Ama onun iki annesi vardı. Biri Issie, diğeri de gerçek annesi Joyce.
Blow'un ölümünün üzerinden daha bir yıl geçmeden annesi kansere yakalandı. Bu, Lee'yi derinden sarstı.
Blow'un ölümünden sonra medyanın "McQueen onu çok ihmal etti," Suçlamalarından çok etkilendi.
McQueen çok utangaç bir yapıya sahipti ama içip dağıtmayı çok severdi. Uyuşturucuya da düşkündü.
Lee'nin bedenini, yıllardır ona hizmet eden Garcia buldu. Garcia eve geldiğinde ışıklar kapalıydı. Yerde bir mum yanıyor, yatağanın yanında ise boş ilaç ambalajları duruyordu. Aşırı miktarda kokainin yanı sıra bu ilaçlar da otopside vücudunda çıkacaktı.
Yatağın üzerinde duran laptop'ta girilen son site, Yahoo'nun arama sayfasıydı. McQueen son olarak "Biri bileklerini keserse ölümü ne kadar sürer?" diye aramıştı.
Büyük banyoda, McQueen'in kendini asma teşebbüsleri, kırılan boru ve çubuklardan anlaşılıyordu.
McQueen kendini en sevdiği kemeriyle, gardırobuna asmıştı. Garcia onu bulduğunda bilekleri de kesikti.
Yatak odasında bulunan bir sanat kataloğunun arka sayfasında "Lütfen köpeklerime iyi bakın. Özür dilerim, sizi seviyorum. Lee. Not: Beni kilisede gömün," yazılmıştı.
Arkadaşları McQueen'in depresyonda olduğuna dair belirti göstermediğini söylese de psikoloğu polise, tasarımcının paranoyalarının son zamanlarda oldukça arttığını anlatmıştı.
McQueen 1997'den beri ciddi bir insomnia ve paranoya hastasıydı. Bunun için çok sayıda ilaç kullanıyordu.
Moda çemberi onu çok yoruyordu. Ama en zoru, aylar boyunca hazırlandığı ve gerçek birer görsel şölen olan şovlarından sonra yaşadığı boşluk duygusu ve çöküştü.
McQueen annesinin ölümüyle beraber hayata olan bağını da yitirmişti. Zaten annesinini cenazesinin olduğu gün intihar etmişti.

yaprak aras sahinbas'tan alinti yapilmistir.

İpekyol




Alpay’ın Fabrika Kızı’ndan Ayaydın’ın tekstil fabrikasına


“Fabrika” denince aklınıza ne geliyor?

Dumanı tüten bacalar, penceresiz çirkin binalar, devasa makineler arasında kaybolmuş üstü başı perişan yorgun insanlar, gürültü, rutubet...
Benim aklıma ilk Alpay’ı ölümsüzleştiren Fabrika Kızı şarkısı geliyor...

Makineler diken gibi / Batar her gün kalbine
Yün örecek elleri / Her gün ekmek derdinde
Gün batarken her akşam /
Bir kız geçer kapımdan
Köşeyi dönüp kaybolur / Başı önde yorgunca
Fabrikada tütün sarar / Sanki kendi içer gibi
Sararken de hayal kurar / Bütün insanlar gibi
* * *
Söz konusu olan bir tekstil fabrikasıysa...
Durum daha vahim...
Peki, bu bir kader mi?
Geçen hafta Yalçın Ayaydın ile Edirne’ye gidene kadar, özellikle ucuz işgücüne dayalı sektörlerde gayriinsani bu durumun sanayi devriminin kaçınılmaz sonucu olduğunu düşünüyordum...
Ama öyle değilmiş...
* * *
bırakın Türkiye’yi Avrupa’da bu standartlarda bir fabrikayı zor bulursunuz.
Belki Hugo Boss’un Almanya’daki tesisleri, ama o da üretim değil yönetim merkezi.
Oysa 1000 çalışan kapasiteli İpekyol Tekstil Fabrikası adı üstünde tam anlamıyla değişen dünyaya örnek bir fabrika.
İstanbul’da anlı şanlı holding binaları mimari açıdan sınıfta kalırken Edirne’de bir fabrika nasıl bu kadar estetik ve fonksiyonel?
Machka, İpekyol, Twist ve Miss İpekyol markalarının sahibi Yalçın Ayaydın’ın cevabı çok basit...
“Bana bu fabrikayı bu standartlarda tüketici yaptırdı...”
* * *
Ayaydın da birçok hazır giyim firması gibi yıllarca fason üretim yaptırmış.
Fakat yarattığı markaların sayısı artarken bir türlü taşeron firmalardan istediği üretim kalitesini alamamış.
Bir yanda haklı tüketici şikâyetleri, diğer yanda katma değeri yüksek markalar yaratma arzusu Türkiye’nin en iyi tekstil fabrikasını kurması kaçınılmaz olmuş.
Sadece teknolojik anlamda değil “Mimari açıdan da en iyisini kurmalıyız” demiş.
Bu düşünceyle Türkiye’nin önde gelen mimarlarından Emre Arolat’a konuyu açmış.
Arolat’ın ilk tepkisi...
“Yalçın emin misin? Bir, bu iş pahalıya patlar. İki, fabrikadan patronların anladığı penceresiz dört duvar ve çatı... Ben böyle bir şeye asla imza atmam...”
Ayaydın kararlı, “O zaman imzanı atabileceğin bir fabrika yap...”
* * *
Anadolu’dan Avrupa’ya onlarca fabrika gördüm, şimdiye kadar bu kadar aydınlık, gürültüsüz, estetik, çalışanın ihtiyaçlarına uygun bir tekstil fabrikası görmedim.
Her şey öylesine incelikli tasarlanmış ki...
16 bin metrekare kapalı alanı bulunan cam binanın sadece dışında değil içinde de dört adet iç bahçe var.
Kırmızı abajurlu açık büfe yemekhanesi iyi bir lokanta ile yarışacak düzeyde.
Gün boyu % 80’i Edirneli kadınlardan oluşan çalışanlarla sohbet ettim.
“Sabah işe keyifle geliyor akşam özleyerek ayrılıyoruz” dediler.

* * *
Haftada beş gün çalışıyorlarmış.
Gün içinde yemek dışında dört defa 15’er dakikalık çay-kahve-sigara molası var.
Daha önce bölgede birçok fabrikada çalışmışlar, “Eğer onlar fabrika ise ben buraya fabrika demeye utanırım” dedi biri...
Tekstil ve konfeksiyon gibi kayıt dışılığın yaygın olduğu 20 milyar dolarlık bir sektörde yüksek teknolojiye sahip bu tür fabrikaların sayısı maalesef çok az.
Ama bakın Ayaydın dört yıl önce Edirne’de 10 milyon dolarlık yatırımla temellerini attığı fabrikanın hem ekonomik hem de estetik olarak karşılığını nasıl almış...
* * *
Bir, üretim kalitesi öylesine artmış ki mağaza sayısı 100’ün üzerinde...
İki, fabrikayı gezen İtalyan tekstil devi Miroglio krize rağmen gözünü kırpmadan 120 milyon Euro değerle Ayaydın Grup’a % 50 ortak olmuş...
Üç, İpekyol’da kalifiye elemanı rakiplere kaptırma oranı sıfıra yakınmış.
Dört, dünyanın en önemli markaları İpekyol’da üretim yaptırmak için sıraya girmiş.
Beş, Emre Arolat imzalı İpekyol Tekstil Fabrikası dünyaca ünlü Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nde 401 proje arasından 2010 finalisti olmuş...
* * *
Ayaydın emeklerinin estetik olarak da boşa gitmediğini gösteren bu önemli haberi birlikte Edirne seyahatine çıktığımız gün aldı.
Nasıl sevinçliydi anlatamam...
Dünyaca ünlü Fransız Mimar Jean Nouvel’in aralarında bulunduğu Mastır Jüri yüzlerce yaratıcı konut, ofis ve sanat merkezi arasından seçmiş İpekyol Fabrikası’nı...
“Dünyadaki endüstri yapılarının pek çoğunda rastlanan hiyerarşik düzenleme ve kötü yaşam koşullarından uzak mimari çözümlemesi, çalışanların refahı ile işverenin üretim hedeflerinin mekâna entegrasyonunda mimar ve işverenin başarılı işbirliği” Edirne’ye gelen jürinin gözünde İpekyol’u dünyada “örnek bir fabrikaya” dönüştürmüş...
Fabrika deyip geçmeyin...
Milyonlarca insan evlerinden çok fabrikalarda yaşıyor...
Kimi tütün sarıyor, kimi biçki, dikiş, nakış yapıyor...
İşte bu gerçeği dikkate alan Ağa Han Jürisi, İpekyol’u “örnek fabrika” seçmiş.
“Fabrika” denince şimdi aklınıza ne geliyor?
Taş plakta hâlâ Alpay’ı ölümsüzleştiren Fabrika Kızı mı çalıyor...

eyup can dan alinti yapilmistir.

Something Special Something Not......For Sunday